Arabes et Turcs au Maghreb dans les années 1513-1520 d’après les Ġazavât-ı Ĥayrü-d-dîn Paşa

Bu makale, Gazavât-ı Hayreddin Paşa adlı eserde, daha doğrusu bu eserin Hayreddin’in Cezayir’i bir süreliğine terk edip Cicelli’ye gitmesiyle biten ilk bölümünde (ff. 1-123) geçtiği şekliyle “Araplar” ve “Türkler” ile ilgilidir. Türkler’in Magrib’e yerleşmesinin başlarında, onaltıncı yüzyılın ikinci on yılındayız. Takriben yirmi yıl sonra, sultanın emriyle ve daha geniş bir Osmanlı okuyucu kitlesine ulaşmak üzere yazılmış, ancak aynı zamanda Hayreddin ve onun yoldaşlarının şahsi hatıralarına dayanan bu kronik, bizim için hem yerlileri hem de fatihleri mercek altına alması nedeniyle çok ilginç bir metindir. “Araplar” ve “Türkler” –ki, bu terimler metnin kullandığı ifadelerdir– farklılıklarının gayet bilincinde olan, bilinçli ve oldukça güçlü bir etnikçi akla sahip birbirinden farklı iki ayrı grup oluşturuyorlar. En azından Gazavât’ın yarattığı izlenim bu. Özellikle dikkat çekici bir nokta, “Türkler”in ahlaksızlıklarıyla olmasa da ahlaki zayıflıklarıyla karakterize edilen “Araplar”a karşı (eğer bir hor görme değilse) bir tür tenezzül etme yaklaşımıyla davranmaları: Barbaros kardeşlerin Magrib’de bir türlü kabul edilememelerini aks ettiren emperyalist ve kolonyal bir vizyon.

Gazavat-ı Hayreddin Paşa adlı esere göre 1513-1520 yıllarında Magrib’de Araplar ve Türkler

This paper deals with the “Arabs” and the “Turks” as they appear in the Ghazavât-ı Khayreddin Pasha, or rather in its first part (ff. 1-123), which ends with Khayreddin leaving Algiers temporarily and going to Djidjelli. We are in the beginning of the Turkish establishment in the Maghrib, in the second decade of the sixteenth century. Written some twenty years afterwards, ordered by the Sultan and meant for a large Ottoman public, but at the same time based on the personal memories of Khayreddin and his comrades, the chronicle is a very interesting document for the light it sheds both on the locals and the conquerors: the “Arabs” and the “Turks” — for these are precisely the terms used by the text — constitute two clearly distinct groups, very conscious of their being distinct, with a very strong and consciously ethnicist mind. This is anyway the impression given by the Ghazavât. A particularly striking point is a kind of condescension (if not even contempt) of the “Turks” towards the “Arabs,” who are characterized by their moral weakness, if not by their immorality: an imperialist and colonial vision which at the same time echoes the Barbarossa brothers’ inability to be accepted in the Maghrib.