Alparslan Açıkgenç ile Söyleşi: Dünya Görüşü ve Bilim

Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ile 25 Temmuz 2013 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi’nin İstanbul ili Beşiktaş kampüsünde söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşide dünya görüşünün bilim üzerindeki etkisi konuşuldu. Bilimsel faaliyetlerin dünya görüşünden ayrı gerçekleştirilemeyeceği ve gözlemlerin dünya görüşünden kaynaklanan kuram yüklü olacağı belirtilmektedir. İslam iktisadının mümkün olabilmesi ve onun daha sonra da geliştirilebilmesi İslam epistemolojisine bağlıdır.
Anahtar Kelimeler:

-

-

Prof.Dr. Alparslan Açıkgenç had spoken to the our journal editor on July 25, 2013 at Beşiktaş Campus of Yıldız Technical University in Istanbul. The impact of worldview on science has been discussed in the interview with Alparslan Açıkgenç. It is argued that scientific activities can not be separated from scientists’ worldviews and that observations are loaded with theories, which are themselves rooted in a worldview. The existance of Islamic economics and its further developments depend on Islamic epistemology.  Prof.Dr. Alparslan AÇIKGENÇ, Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürüdür. İrtibat: E-posta: acikgenc@gmail.com, Tel: 212-383-3115. Hakan Sarıbaş (H.S.): Dünya görüşü kavramını içeren özgün bilgi kuramınızı anlatır mısınız? Kullandığınız aşkın alan ve gayb âlemi kavramları Kant’ın numen ’inden ne kadar farklıdır? Ayrıca, bilgi kuramınıza gelen tepkiler nasıldır? Alparslan Açıkgenç (A.A.): Şimdi, geliştirdiğim bilgi kuramı temelde bir varlık anlayışı üzerine kurulu. Bu varlık anlayışı da bir aşkın alan bir de olgusal alan diyebileceğimiz iki varlık alanını kapsıyor. Fakat bu ikisi ile sınırlı kalmıyor, çünkü benim kendi kanaatim, varlık alanları böyle birbirine yapışık, hani ortadan bir çizgiyle ayrılmış gibi iki alan değiller. Aslında iki alan da yani aşkın ve olgusal alanlar iç içedir. İç içe olunca birinden diğerine doğru bir girginlik söz konusu oluyor. Mesela, aşkından olguya doğru gittikçe, eğer tabir yerinde ise aşkın alanı biraz daha böyle koyu karanlık gibi düşünürsek, bu koyu alandan olguya doğru ilerledikçe yavaş yavaş açılan ve sonunda tamamen görülebilen olgusal âleme doğru bir geçiş düşünülmelidir; yani olgusal âleme ulaşınca bizim şimdi içinde olduğumuz maddi dünya ortaya çıkıyor. İki alanın birinden diğerine doğru hareket ettiğimizi düşünürsek böyle bir tedrici açılım söz konusudur. Zihnimde canlandığı şekliyle benim algıladığım varlık âleminde bütüncül durum böyledir. Şimdi böyle olunca o zaman ara bölgeler oluşuyor. Felsefede, normalde özellikle Kant’tan sonra, numen olarak adlandırılan varlık tamamen o karanlık bölgeye düşmüş oluyor. Bu varlık alanına düşen hiçbir şeyin her hangi bir şekilde bilinmesi mümkün değildir. Bu âlem bilinmediği için karanlık olarak tabir ediyorum. Bizim İslam felsefesinde de bilinmeyen, var olmayanlar karanlık olarak tabir edilir; bilinenler, algıladığımız şeyler de aydınlık olarak temsil edilmişlerdir. Benzetme yoluyla anlatıldığı için Nur ve Zulmet kelimelerini kullanmayı tercih ediyorum. Bu karanlık bölgeler bilinmeyen bölgeler. Yani, insanların orada olan varlıkların mahiyetini bilmeleri için verilmiş bir teçhizat yok bizde. Burada antiparantez bir önemli hususu da belirtmek gerekir: nur-zulmet benzetmesi bilgi açısındandır, varlık açısından değildir. Çünkü varlık açısından İslam düşüncesinde zulmet yani karanlık olan olgusal âlemdir; nur, yani aydınlık olan ise aşkın âlemdir. Çünkü maddi olan olgusal âlem, varlığı açısından diğer âleme muhtaçtır. Hâlbuki “gayb” olarak adlandırılan aşkın âlem bizim içinde olduğumuz olgular âlemini aydınlatan kaynağın bulunduğu yöndür. Bu durumda benzetmemizi bilgi açısından takip edecek olursak diyebiliriz ki, bilgimizin erişmemesinden dolayı bize karanlık gibi görünen oradan bu tarafa, yani olgular âlemine doğru geldikçe karanlık nasıl ki açılmaya başlıyor ise aşkın alanın belli bir bölgesinden sonra bizim algılayabileceğimiz alan olması gerekir, çünkü bilgimize açılmaya başlıyor. Dolayısıyla insan aklına uzatılan bir aydınlanma var; az bir şeyde olsa gözümüze çarpan bir ışık var oradan, onu algılayabiliriz. Burada gözle ışığı bizdeki algı yetilerine benzettiğinizde o zaman bu şu demektir: O alacakaranlık bölgeleri algılayacak özel yetilerle donatılmışız. Belli kuvvelerimiz var yani. Benim bilgi kuramım normalde bunların açılımını anlatıyor. Buna göre bizdeki bilgi kuvveleri neler? Onların işleyiş şekilleri, algılayış biçimleri nelerdir? Nasıl oluyor? Bu soruların cevaplarını vermeye çalıştım. Varlığa paralel olarak bizde bulunan o kuvveleri de üç kategori de düşünebiliriz diye kafamdan geçirdim. Şimdi, birincisi, bizim normal bu olgular âlemine geldiğimizde ki normalde bizim geleneğimizde buna Kur’an’dan alındığı için âlemi şehadet deniyor ve şehadette gözle görülen manasına geliyor. Bu olgu veya âlemi şehadeti algılayan bizdeki kuvveler beş duyudur. Bu duyular olgular âlemini çok açık ve net bir şekilde algılayabiliyor. Tabi onların algı biçimleri var, sınırları var, mesela diyelim ki gözümüzün görebildiği uzaklık diyelim ki 10 km. 10 km’den sonraki varlıkları seçebilmesi mümkün değil. Sınırları aşabilme özelliği var. Dürbün yapmışız. Dürbünle baktığımızda o uzaklığı seçebiliriz de. Yani, bunların sınırlarını belli cihazlarla genişletmek mümkündür. Bu şu demektir: Eğer bu tür cihazları icat etmek mümkün olursa bu âlemdeki bütün varlıkları algılayabilecek kapasitedeyiz biz. Böyle yaratılmışız. İkincisi, aşkın alana geçildiği zaman oradaki varlıkları algılayabilecek yetiler veya kuvvelerimiz farklı farklı kapasitelere sahip. Bir de onların belli şekilde geliştirilmesi gerekiyor. Bunlar için yine bizde, İslam düşüncesinde, işte kalp, ruh, sır olarak adlandırılan çeşitli kuvveler verilmiştir. Ve o aşkın alandaki varlıkları algılayabilmeleri bunların gelişme kapasitelerine bağlı. Bunlar beş duyumuz gibi çalışmazlar. Zira meselâ, gözümüz gibi çalışmıyor, çünkü gözümüzü açtığımız zaman aşağı yukarı her insanın görme kapasitesi aynıdır, tabii fiziksel arıza yoksa. Fakat kalp algılaması böyle değil. Kalp algılaması bir kapasite olarak veriliyor insana. İnsanın çalışıp onu geliştirmesi gerekir. Geliştirmesiyle algılama gücü artar. Biraz da şuna benzetilebilir: mesela bir halter sporcusu düşünün veya koşucuda olabilir bu. Herkese bir kapasite verilmiş. Fakat halterci çalışa çalışa kaslarını güçlendirmiş, o kapasitesini geliştirmiş. 200 kilo kaldırabiliyor. Ama bu taraftaki adama bakıyorsunuz ki 30 kiloyu zor kaldırıyor. Şimdi ikisininki de kas. Buna da o kapasite verilmiş aslında, 200 kilo kaldırabilir. Fakat geliştirmemiş o kapasitesini. Şimdi, kalp buna benziyor. Manevi âlemler diyebileceğimiz aşkın alana girenleri algılayabilmek için işte o kalp, ruh sır gibi duyguların (artık biraz daha duyguya kaçtıkları için onlara duyu demiyoruz) ve o âlemlerin bilgisini alabilmek için bir şekilde geliştirilmesi lazım. Şimdi, ona da bilgi demiyoruz, bizde marifet deniyor. Marifeti, kalbi hareketle, içinde bulunulan hal ile bize gelen bilgi diye tarif edebiliriz. Fakat olgular âlemine ait olan bilgiler onlar gibi değil. Deneysel veya tecrübeyle elde edilen, ancak içinde bulunulan bir hal ile bize gelen bilgi değil bunlar. Üçüncüsü, bu ayrıma dayanıp bilgi teorisini geliştirdikten sonra tabi ki bir de akıl veya kavramsal bilgilerin oluşturulduğu bir kuvveden bahsetmemiz gerekir. Bunların tümüne birden “zihin” diyebiliriz. Burada ben Kant’ı kullanıyorum ve Kant’ı doğru olduğu için alıyorum. Kant diyor ki, bizim aklımızın belli kapasiteleri var. Bu kapasiteleri de kategoriler, şemalar vesaireler diyerek belli şekilde sıralamış. Şimdi sırası gelmişken söyleyeyim, ben Kant’ın bu sıralamasının doğru olup olmadığından emin değilim. Araştırılması gerekir. Ve onların geliştirilmesi gerekir. Her tarafı doğru değil diye düşünüyorum. Fakat Kant bu kapasiteler kendi başına bilgi üretebilir diyor. Ama bu bilgi tamamen zihin içerisinde o kategoriler ve kavramlar arası ilişkilerden türetildiği için dış dünyada bunların karşılığı yok. O zaman dış dünyayı bunlarla bilmem mümkün değil.
Keywords:

-,