Kurtuluş Savaşı Günlerinde Batı Siyasamız

Kurtuluş Savaşı günlerinde, Kemalistlerin, Doğu'lu devletler gibi Batı'lı devletlere karşı da uyguladıkları siyasanın başlıca amaçları şunlardı : 1. Misak-ı Milli (Ulusal And)'yi gerçekleştirmek; 2. Türkiye'nin dış ülkelerde tanınmasını sağlamak; 3. çeşitli savunma, dostluk ve bağlılık antlaşmalarının çerçevesi içinde, maddi ve manevi yardım sağlamak ve 4. bu amaçlara ulaşabilmek için her türlü aydınlatma araçlarına başvurmak. Ancak bu siyasa oldukça önemli bir noktada değişiyordu: Kemalistler, yurtlarının büyük bir bölümünü ve Osmanlı İmparatorluğunun başkentini işgal altına alan Batı'lı Bağlaşık Devletlerle çatışıyor; bu işgalci devletleri ya diplomasi yoluyla ya da silah gücüyle Türkiye'den çıkarmak için uğraşıyor; ama onları, Türkiye'yi boşaltmaya zorlayacak yeterli askeri güce sahip olmadıklarından, katlanılabilir bir uzlaşmaya yankı-umuduyla, sorunu diplomasi kanalıyla çözümlemek yoluna gidiyorlardı. Büyük Millet Meclisi'nde Batı ideali (Garp Mefkûresi)'nden yana olanlar, Türkiye'nin çıkarlarının Batı'lı devletlerle bir uzlaşmaya varılmasını gerektirdiğine inanıyorlardı. Bağlaşık Devletler ulusal akımı tanısalar ve Türkiye'ye onurlu bir barış önerseler, Kemalistler böyle bir uzlaşmaya belki yanaşacaklardı. Mustafa Kemal, Ermenilere karşı Doğu'da harekata geçilmesini sürekle öneren Doğu Savaş Kesimi komutanı General Kazım Karabekir'e 6 Mayıs 1920'de gönderdiği kapalı telyazısında, Bağlaşık Devletlerle bir anlaşmaya veya uzlaşmaya varılması olasılığından söz ediyor; Barış Konferansı, Türkiye konusunda kararlarını açıklamadan Ermenilere karşı harekata geçilmesinin yurdun çıkarları açısından uygun olmıyacağını bildiriyor; 4 ama bu arada Ermenilerin, Kilikya'da, yerel Fransız subaylarının kışkırtmalarıyla, Türk-Müslüman halka her türlü ezgi yapmalarına karşı ilgisiz kalamıyordu.

Certain Aspects of Medical Instruction in Medieval Islam and its Influences on Europe

Speaking of the university, Charles Homer Haskins says, "Universities, like cathedrals and parliaments, are a product of the Middle Ages. The Greeks and the Romans, strange as it may seem, had no universities in the sense in which the word has been used for the past seven or eight centuries. They had higher education, but the terms are not synonymous. Much of their instruction in law, rhetoric, and philosophy it would be hard to surpass, but it was not organized into the form of permanent institutions of learning. A great teacher like Socrates gave no diplomas; if a modern student sat at his feet for three months, he would demand a certificate, something tangible and external to show for it—an excellent theme, by the way, for a Socratic dialogue. Only in the twelfth and thirteenth centuries do there emerge in the world those features of organized education with which we are most familiar, all that machinery of instruction represented by faculties and colleges and courses of study, examinations and commencements and academie degrees. In all these matters we are the heirs and successors, not of Athens and Alexandria, but of Paris and Bologna". The madrasa, in its standard and typical form, was the school for higher education in theology and law in medieval Islam. It came into official existence in the eleventh century, while the European university was developed over a century later and at a time when already Latin translations of Arabic philosophical and scientific works were available. There were certain parallelisms between the features of the madrasa and the university. Moreover, certain essential characteristics of the university were radically new, and the development of the medieval university in Europe was rather rapid. In view of such considerations certain scholars have suggested the possibility that the medieval European university owed much to conscious imitation of the madrasa system.