Türkiye’nin Vizyonu : XXI. Yüzyıl’da “Çağı Yakalamak”

leyebiliriz: Beraberinde ekonomik kıpırdanmayı getirmeyen "İzmir İktisat Kongresi", ancak 1934'lerle başlayan "devlet eliyle sanayileşme" çabaları, 1950'lerde şeker ve çimento sanayileriyle gelişen "zayıf bir girişimcilik". 1960'ların plancılığı ve "ithal ikamesi politikalar" ancak 1980'lerde Özal ile "piyasa ve dışa açık" ekonomilere dönüşebilmiştir. 2000'lerden sonra ise doğal afet, kriz ve borç ekonomileri, ancak IMF'nin ön plana çıktığı politikalarla sürdürülmeye başlanmıştır. Sonuç itibariyle, Cumhuriyet döneminin görkemli siyasal, sosyal ve hukuki dönüşümleri, ne yazık ki aynı nitelikte bir atılımla ekonomide gerçekleşmemiştir. Cumhuriyet döneminde, "Atatürk devrimleri" ile, toplumun köklü bir biçimde çağa doğru "büyük bir dönüşüm" yaşamasına karşın, takip eden dönemin her yirmi yılı ise farklı sorunlara sahne olmuştur. Örneğin 1940 - 60 dönemi'nde kısır siyasi çekişmeler, ikinci yirmi yılda ideolojik çalkantılar, son yirmi yılda ise kayıtdışı, çete, mafya ekonomisi, Türkiye'nin gelişiminin önündeki engelleri oluşturmuştur. Bir başka değerlemeye göre ise, Cumhuriyet tarihimizde 3 reform yapılmış; Atatürk, "Devlet ve Cumhuriyet" temelleri ile ilgili devrimleri yaparken, İnönü, "demokrasi" ve Turgut Özal da "serbest piyasa ekonomisi" dönüşümlerini gerçekleştirmiştir. Ayrıca, topluma maddi ve manevi büyük kayıplar verdiren güneydoğu terörü, yaşanan ekonomik krizler, doğal afetler, ekonomik ve sosyal gelişmeyi dikkati çekecek biçimde yavaşlatmıştır. Böylece, toplum 2000'li yıllara bıkkın, özlemleri bir türlü gerçekleşmeyen, yoksul, krizlerden yorgun düşmüş, Batılı komşularına gıpta eden duygularla girmiştir. Toplumun tüm kesimlerinde silkinip zenginleşmek, kuşkusuz çağa uygun özgür ve onurlu bir yaşama kavuşmak ümitleri vardır. Türkiye, neden son 60 yılı, özellikle son 10 yılı yeterli bir sıçrama ve büyüme yapmadan geçirmiştir yargısı, sorgulanmaktadır. Örneğin, Japonya ve Türkiye "Meiji Reformu" ve "Tanzimat Fermanı" ile hemen hemen aynı zamanda modernleşme yoluna giren ülkelerdir. Ne var ki bugün geldikleri nokta, 40 bin dolarla 2.500 dolar arasındaki fark kadar büyüktür. Devlet adamı M. Turgut'un "Japon Mucizesi ve Türkiye" eserinde bu farkların nedenleri araştırılmaktadır. İlk akla gelen, eğitim ve kültür farkıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, imparator, yaptığı çağrıda, "bütün gücünüzü geleceği kurmak için birleştirin... Ancak bu şekilde, imparatorluğun ihtişamını büyütebilir ve dünyanın gelişimine ayak uydurabilirsiniz" demiştir. Japon modelinin temelinde "bilim, teknoloji ve disiplinli çalışma" vardır. Geleneksel ataerkil "itaat kültürü", sanayileşme için seferber edilmiştir. Esas olarak, Japonya "Batı'yı tüketimde değil, adeta üretimde taklit" etmiştir. Halbuki, Türk modelinde tüketim tercihleri ön planda gelmiştir. Yazarın deyimiyle Japonlar, "kendi insanlarını, kendi değerleri içerisinde yenilemek idraki içerisinde" olmuşlardır. SON ON YILIN DRAMI : "ÜRETMEDEN TÜKETMEK" VE "BORÇLANMAK" B. Eczacıbaşı, TÜSİAD'ın Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, 1990'ları "ekonomik gelişme süreci açısından kaybedilmiş bir dönem" olarak nitelemiştir. Eczacıbaşı'nın verilerine göre, son 50 yılda % 5,2'lik bir büyüme hızı ortalaması yakalayan Türkiye ekonomisi, 1990'larda ancak % 3,9'luk bir ortalama büyümeyi tutturabilmiştir. Aynı dönemde gelişmekte olan ülkelerde ortalama büyüme hızı % 5,5'i, gelişmekte olan Asya ülkelerinin büyüme hızı ise % 7,3'ü bulmuştur. Son 10 yılda Türkiye'de toptan eşya fiyatlarında ortalama artış % 72 olmuş, Türkiye enflasyonda dünya şampiyonluğuna oynarken, reel faizler % 20 - 30 aralığında seyretmiştir." Ayrıca, 10 yılda 9 hükümet kurulup bozulmuştur. Bu rakamsal gelişmelerin sonucu olarak, işadamı, "sorunları biriktiren, çözümleri erteleyen, istikrarsızlık süreci sonunda 1990'ların kaybedildiğini açıkça ortaya koymaktadır" demektedir. Yapılan mukayeseli hesaplara göre, Türkiye'nin GSMH'sı 1990 - 99 döneminde sadece 215 dolar artırılabilmiştir. 10 yılda dünyada en yüksek artışı gerçekleştirenler ise, sırasıyla 16.678 dolarla Lüksemburg, 15.592 dolarla İrlanda, 10.333 dolarla Japonya; gelişenler arasında 3.906 dolarla Yunanistan, 3.176 dolarla Arjantin, 2.468 dolarla Polonya, 2.359 dolarla Güney Kore vb. ülkeler olmuştur. ABD'nin toplam GSYİH'nın % 10'unu New York üretmektedir. Bunun anlamı, 600 milyar dolardır. Bu da basit bir hesapla, Türkiye'nin GSYİH'sının yaklaşık hemen hemen 4 katına yaklaşmaktadır. Aynı 10 yıllık dönemde, toplam olarak yüzde kaç oranında büyüdüğümüze bakacak olursak, sırasıyla, % olarak Polonya'nın 159,5, İrlanda'nın 135,6, Çin'in 135,5, Arjantin'in 73,1, Yunanistan'ın 47,5, ABD'nin 44, Japonya'nın 43, G. Kore'nin 40, Tayland'ın 29,3, Pakistan'ın 24, Hindistan'ın 21,9, Mısır'ın 12,2, Türkiye'nin ise sadece % 8 büyüdüğü görülecektir. Diğer bir deyişle, her yıl % 1'den az bir büyüme. Bu hesaba kuşkusuz son 2 yıldaki krizler, devalüasyon ve benzeri olumsuz göstergeler dahil değildir. Böylece, Türkiye son 10 yılı büyüme bakımından bütünüyle boşa geçirmiştir. 2001 İnsani Gelişme Raporu'na göre, Türkiye 162 ülke arasında 82'nci sırada bulunmaktadır. Bu rapor, ekonomik performans, bireylerin güvenliği, kadın ve erkek eşitliği, insan ve çalışan hakları vb. çok sayıda kritere bağlı olarak saptanmaktadır. "Gelişmişlik Endeksi" açısından, en zayıf halkanın da bilgi alanı olduğu gözlenmektedir. Dünya Ekonomik Forumu'nun "Gelecek İçin Hazır Olma" konulu raporunda ise, Türkiye geleceğe en az hazır ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye'nin göreceli üstünlükleri arasında, genç nüfus, büyüme potansiyeli; zayıflıkları olarak ise, gelir dağılımı, eğitim, medeni haklar sıralanmıştır. Özellikle son 20 senede, "toplumsal değerler"de de büyük bir yozlaşma yaşanmış, toplumsal tercihler bilim, hukuk, akıl ve emek yerine "paranın egemen olduğu" "köşe dönmeci bir zihniyet"e dayandırılmıştır. Gelinen noktada 2001 için küçülme % - 6,1, enflasyon % 54,4'dür. 2002 yılında büyümenin % 4'lere çıkması, enflasyonun % 40'lara inmesi beklenmektedir. Sonuçta, küçülme beklenenden daha şiddetli, büyüme ise daha yavaş olmuştur. Son 10 yılın değerlemesinde, Yunanistan ile yapılan bir karşılaştırmada, 1993 yılından bu yana, 7 yılda Yunanistan halkının refahının % 70 dolayında arttığı ve 12 bin dolarlara çıktığı hesaplanmaktadır. Buna karşın, Türkiye'de kişi başına gelir son 7 yılda 3 bin dolarlardan 2.800 dolarlara gerilemiştir. Diğer bir deyişle, Türk halkı geçen 7 yıl boyunca fakirlikten kurtulamazken ve komşusu Yunanistan 7 yıl önce Türk halkından 2,3 kat zenginken, 7 yıl sonra 4,2 kat daha zengin hale gelmiştir. G. Uras tarafından yapılan hesaplara göre, "Türkiye harikalar yaratıp, kişi başına geliri her yıl % 10 artırsa, 20 yıl sonra kişi başı gelirimiz 19,3 bin dolara çıkarken, Yunanistan'ın % 4 büyümesi ile aynı tarihte 26,2 bin dolara ulaşacağı, 2020'lerde iki ülke arasındaki farkın gene de kapanmayacağı" anlaşılmaktadır. AB ülkelerinde ulusal gelir 20 - 25 bin dolarlarda seyrederken, özellikle Türkiye'nin deprem ve ekonomik krizlerin ardından daha da fakirleşmesi dikkat çekici bir çelişki oluşturmaktadır. Özellikle son yıllarda dünyada birçok ülke küreselleşmenin nimetleri'nden yararlanarak hızla kalkınırken, Türkiye'nin, ekonomik gelişme açısından "başarısız bir performans" gösterdiği anlaşılmaktadır. Böylece, son yıllarla ilgili yapılan bütün hesaplamalarda, gerek ulusal toplam gayri safi milli hasıla, gerek bireysel gelir, gerekse enflasyon dikkati çekici bir gelişme göstermezken, buna karşın ortalama döviz kuru çok hızla artmış, ithalat ve ihracattaki gelişmeler sınırlı kalmış, dış borçlar büyümüş, faizler yükselmiş ve bütçe açığı genişlemiştir. TÜRKİYE "ÇAĞA YENİK Mİ DÜŞECEK"? Bir yazarın deyimiyle, "Türkiye zamana yenik mi düşecek? Yoksa çağı yakalayacak mı? Tarih Türkiye'yi sollayıp geçecek mi? Yoksa Türkiye şunu söyleyebilecek mi?" "Zamana yenik düşmedim, çünkü gözlerimi ileri diktim, geleceği geçmişte yaşamak istemiyorum, sıradan bir ülke olmayacağım, yarını güzel yaşamak için kendimi yeniledim..." Gerçekten, köklerini çağdaş dönüşümlerden alan bir yeniden uyanışın Türk toplumunda geçerli olması zorunlu gözükmektedir. Özellikle yeni bin yılın başında bu "köylü - esnaf toplumun" bir rönesans ile "yeniden uyanış"ına tanıklık etmek gerçekleşmeyecek bir rüya olmamalıdır. Bunun için temelde, Romanya'nın söylediği gibi, "AB tam üyeliğinde sırtımızı duvara dayadık, Baragan Ovası'nı dikenler basmayacak, Drakula'yı şatosuna hapsedeceğiz." Bu, çağdışı inançlardan sıyrılıp, çağdaş yaşama koşmak demektir. Türkiye, AB tam üyeliğinin, petrol ve doğalgaz fırsatlarının, yurtdışındaki göçmen girişimcilerin, müteahhitlik hizmetlerinin, turizmin ve benzeri gelişmelerin açtığı ufuklardan, nüfus artışımızdaki dikkati çekici düşmenin de sağladığı olanaklardan yararlanarak, "yerinde sayan toplum" yapısını yeni ufuklara taşıyacak mıdır? Bu hususta umut verici kıpırdanmalar başlamıştır. Gerçekten Türk müteahhit firmalarının Balkanlar, Arap dünyası, Rusya ve Avrupa'daki başarısı, dikkat çekicidir. Batı Avrupa'da 47 bin "Türk girişimcisi", bulundukları ülkede üretimde bulunmakta ve istihdam yaratmaktadır. Yanlış yatırımlarına rağmen, nitelikli KOBİ'lerin ihracattaki başarıları göz kamaştırmaktadır. Özellikle, KOBİ'ler bir yandan ihracat yoluyla geliri, diğer yandan yoğun emek kullanımı yoluyla yurtiçi istihdam hacmini hızla artırmak suretiyle adeta "bir taşla iki kuş" vurmaktadırlar. Petrol boru hattı, Türk Cumhuriyetleri, KEİB ve benzeri ilişkiler, çok boyutlu ekonomik fırsatlar yaratmaktadır. Ancak, gerçeği söylemek gerekirse, 2000'lerden bu yana yapılan reformların büyük ölçüde AB'nin ve IMF'nin zorlamalarıyla gerçekleştirildiği de unutulmamalıdır. Bu, Türk politikasının, reformları yapmak üzere kurumsal olarak yeterli ölçüde organize ve motive olmadığının, vizyonunun da daha açık ve berrak hale gelmediğinin de önemli bir işaretidir. Bugün bütün Balkanlar'da, Avrupa'nın nisbeten fakir ülkelerinde, bakanlıkların, üniversitelerin, meslek kuruluşlarının, yani tüm örgütlerin ışıkları sabahlara kadar yanmakta ve bütün bu kuruluşlar, Birlik uzmanlarının da yardımıyla "AB bayrağındaki yıldızları yakalamaya" ve tam üye olmaya koşmaktadırlar. ÇAĞA AÇIK SOSYAL YAPI Cihan imparatorlukları kurmuş, esas itibariyle feodalizmden geçmemiş, sosyal mobilitesi yüksek, yeniliklere açık, insan sevgisiyle dolu, çağdaş değerleri geleneksel yapı özellikleri olarak taşıyan böyle bir toplumun hızlı dönüşümler yapmaması için ortada ciddi bir neden yoktur. Aslında Mevlana'dan Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Karacaoğlan ve Aşık Veysel'e uzanan "Anadolu Hümanizması", teknolojilerin yaratıcısı olduğu Bilgi Çağı'na bir insancıl derinlik, yumuşaklık ve sıcaklık getirmektedir. XIX. Yüzyıl'a doğru, 1855'lerde Osmanlı İmparatorluğu'nun Kanunnameler'le köleliği yasaklaması, modernleşme hareketini başlatması, Arap dünyasının Osmanlı'ya karşı isyanına neden olmuştur. T. Akyol'a göre, "Türklerin müslümanlığında devlet ve hukuk geleneğinin, hoşgörülü tasavvufun, değişik hayat tarzlarına açık imparatorluk çoğulculuğunun ve kentliliğin rolü büyüktür." Gerçekten, bedevilik yaşamı büyük ölçüde köleliğe dayanırken, Osmanlı göçebeliği kaldırmış ve köleliği hiçbir zaman üretim aracı yapmamıştır. Bu nedenle, bir değerlemeye göre, bütün yenileşme hareketlerinde genelde Arap dünyası Türkleri dine ihanetle suçlamıştır. Bu duruma işaretle, bir yazar "İslam Rönesansı" arayanlar Mevlana'ya koşuyor, çünkü tüm dünyada "ne olursan ol, yine de gel" diyerek dil, din, ırk, cins ayrımı yapmadan bütün insanlığa barış ve umut vaadeden Mevlana gibi evrensel bir bilge yoktur. Küresel dünyanın da üçüncü bin yılda koşacağı herhalde böyle bir bilge kişi olsa gerektir, demektedir. İslam'da Rönesans olur mu tartışmalarının yaşandığı ülkemizde, bir bilim adamı, çok haklı olarak; "hem demokrasi, hem dine dayalı yönetim birbiriyle bağdaşmaz. Dolayısıyla, demokrasi olursa, laik olmak zorundayız. Bunun sonucu olarak ise, dinin topluma ait kurallarını askıya alarak vicdanlarla sınırlıyorsak, bu İslam'da yapılmış büyük bir reformdur" değerlemesi yapmaktadır. Benzer nitelikte bir yaklaşımla E. Cansen de "Cumhuriyet kadroları millete, sen bin yıllık inancını özel hayatında koru, ama biz 'islam şeriatını' yeni kurmakta olduğumuz devletin esası yapmayacağı" ifadesini kullanmaktadır. "DEĞİŞİM KORKUTUCUDUR, FAKAT DEĞİŞMEMEK DE FELAKETTİR" XIII. Asır'da Mevlana, ünlü eseri Mesnevi'de "Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdır" ifadesiyle, benzer şekilde dönüşüm ihtiyacına değinmiş; atalarımız "zaman sana uymazsa, sen zamana uy" özdeyişi ile, yüzyıllar öncesinden dönüşüm fikrinin önemini belirtmişlerdir. Ünlü bir hadis de, "iki günü birbirinin aynı olan insan, zarardadır" ifadesiyle değişim ve dönüşümün insan yaşamındaki önemini vurgulamıştır. Bir din adamı da "ruh dünyasında zaman yangını çıkmayan insanın, yaşamı anlamsızdır" demektedir. Bir sanayicimiz de "artık sadece yaratıcı ve yenilikçi olan, fark yaratan, rakiplerinden değişik yaklaşımlar gösteren başarılı olur. Rekabette üstünlük sağlamanın yolu, yenilikçilik ve yaratıcılıktır" demektedir. Sonuç olarak, "çağımızın kalbinin değişimde attığını, ülkemizde ve dünyada ortaya çıkan devrimci gelişmelerin" bize "artık hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak" inancını getirdiğini görüyoruz. Bu noktadan hareketle, H. Cemal, yılbaşı için kaleme aldığı "Evet Yapacağız, Olacak Bu İş" başlıklı yazısında "Ege barış gölü, Kıbrıs barış adası olacak, enflasyon düşecek, kemer sıkacağız, gelirler artacak, giderler kısılacak, ekonomi devlet yükünden kurtulacak, kamu bankacılığı aşılacak, demokrasi ve insan hakları çıtamız yükselecek, üniter devletten taviz vermeden demokratik reformları gerçekleştireceğiz, devleti yapısal reforma tabi tutacağız, yakın gelecekte AB'ye tam üye olacağız, karamsar değil iyimser olacağız. Ankara, sorun biriktiren değil, sorun çözen başkentimiz olacak. Türkiye'nin özgüveni yerine gelecek ve bu ülke bütün güçlükleri yenecek" demektedir. Kuşkusuz bütün bu dilekler Türkiye için bir vizyondur. Eğer Türkiye'yi mutlu ve güzel yarınlara taşımak istiyorsak, "değişim korkusuna son vermek zorundayız." "Aslında değişim korkutucu, fakat değişmemek de felakettir." YOKSULLUK, KÜRESELLEŞME'NİN SUÇU DEĞİLDİR O. Ulagay, yeni yüzyılın başında yayınladığı küreselleşmeyle ilgili kitabında, artık yeni çağda insanların nereye gideceklerini kendilerinin değil, kendi dışlarındaki güçlerin belirlediğine dikkati çekmektedir. O'na göre, "bugün küreselleşme diye tanımlanan olgunun ardında bilgi teknolojisindeki büyük sıçramanın olduğu ve bunun üretim süreçlerini, çalışma koşullarını, iş organizasyonunu ve şirket yapılarını büyük ölçüde değiştirdiği" gözlenmektedir. Yazar devamla, "Türkiye'nin bu kafa yapısıyla ve bu gündemle dünyaya uyum sağlaması giderek güçleşecek ve biz uluslararası alanda başarısız oldukça, kendimizi dünyadan soyutladıkça, kusuru kendimizde değil, hep dış dünyada, dışımızdaki birilerinde, küreselleşmede arayacağız," demektedir. Küreselleşmenin, toplumları kuşkuya düşüren ciddi sorunlarla birlikte gelişi sonucunda, Türkiye gibi ülkelerin, kendilerini korumak amacıyla içe kapanmaları yerine, çağın gereklerine uygun açılımlar yapmaları en doğru yol olarak gözükmektedir, değerlemesi yapılmaktadır. Gerçekten, "bugünün dünyasında Türkiye'nin kendini dünyadan ve teknolojideki gelişmelerden adeta yalıtarak koruması mümkün değildir. Türkiye'nin, tarımda ve sanayide uluslararası rekabet gücü zayıflamış görülen yapıyı değiştirmeden, yapay önlemlerle dış dünyaya karşı koruyarak kendini kurtarması da mümkün değildir." Türkiye'nin istihdam açısından bilgi çağını yakalayabilmesi için "iki defa sıçraması" gerekir. Batı toplumlarının bilgi çağını yakalamada "bir defa sıçraması" yeterli gözükürken, Türkiye'nin, daha sanayi işçiliğine geçmemiş köylüleri, ücretsiz aile yardımcılarını, kentlerdeki işportacıları ve pazarcıları, kayıt - dışı sektörlerde bağımsız çalışan vasıfsız ve yarı - vasıflı geniş kitleleri, "sanayi işçiliği" vasıflarını öğretmeden "bilgi işçiliği"ne sıçratması zorunlu bulunmaktadır. "İZLEYİCİ DEĞİL, SORUMLU YURTTAŞ OLMAK" ANAP Genel Başkanı M. Yılmaz'a göre, "krizin en önemli nedeni değişime ayak uyduramamak'tır. 2003'den itibaren Türkiye yıldız gibi parlayacaktır. Değişimi başarırsa, dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olacaktır". Türk toplumunun gelişmesini yavaşlatmak isteyenler, genelde üç faktöre dayalı engeller çıkarmaktadırlar. Bunlar; dış politikada "Kıbrıs", siyasette "demokratikleşme", ekonomide "yapısal değişim"dir. Buna bir de AB ile ilişkileri ilave edebiliriz. Koalisyon hükümeti bu 4 alanın hepsinde olumlu adımlar atmaktadır. Kıbrıs'ta masaya oturulmakta, Avrupa Ordusu AB'nin gündemine kaymakta, demokratikleşme paketi hızlanmakta, ekonomi düzeltilmektedir. Yapılan değerlendirmeye göre, "evin içi düzelir, AB görüşmeleri başlar, ABD ile "Stratejik Ortaklık" gerçekleşirse, 2002'de gerçekten Türkiye'nin yıldızı parlamaya başlayacaktır." Aslında, temel sorunu "ekonomideki modernleşme" belirlemektedir. "Ekonominin düzlüğe çıkmasıyla oluşacak özgüven havası, bir yandan Türkiye'nin siyasal alandaki modernleşmesini hızlandırırken, öbür yandan Avrupa yolunu kısaltmaktadır." "Sonuçta Türkiye'nin yenilenmesini, Türkiye'nin kabuğunu değiştirmesini, Türkiye'nin "birinci dünya ligine çıkması"nı isteyenler yanında, eskiyi özleyen, hala bu ülkenin "geleceğini geçmişte arayan" ve Türkiye'yi "tapon bir üçüncü dünya ülkesi" olarak devam ettirmek isteyenler bulunabilir." Yani, "dünyaya dikiz aynasından bakarak" sadece arkasını gören ve geçmişi yaşayanlar da vardır ve bazen bunlar toplumda çok etkili de olabilir. Türkiye'nin çevresinde onun büyüklüğünde bir ekonomi mevcut değildir. Böyle bir pazara yabancı yatırımcılar elbet ilgi gösterecektir. "Türkiye iyiye gidiyor. Özelleşme geç de olsa yapılacaktır. Enflasyon düşmektedir, kamu sektörü piyasadan çekilmektedir, bankalar yeni girişimcileri krediliyecektir, üretim ve ihracat artacak, yabancı sermaye gelecektir." Temel sorun, "negatiflikten kurtulmak"tır. ABD Başkanı Bush, başkanlık yeminini ettikten sonra, halkına verdiği mesajda, "izleyici olmayın, sorumlu yurttaş olun" demektedir. "Koyun gibi güdülmeyi kabullenmeyin, vatandaş olarak sorumluluklarınızın bilincinde olun, hakkınızı aramayı bilin" ifadesini kullanmaktadır. Bizim de temel dayanak noktamız, insanları çağdaş yönelimlere sevkeden şu özdeyişte yatmaktadır: "Çalışın, barışın ve yarışın". Bu, Türk toplumu için önemli bir hareket noktası olacaktır. "BAHT DÖNENCESİ" VE AB ADAYLIĞI AB diğer bölgesel bütünleşmelerden farklı olarak, toplumlara sadece ekonomik değil, siyasi ve sosyal hedefler de göstermektedir. Bu hedefler kısaca; insan haklarına dayalı, özgürlükçü bir demokrasi, küreselleşmeyle uyumlu dışa açık bir ihraç ekonomisi, yüksek normları ve standartları olan bir sosyal ve çalışma yaşamıdır. Türkiye, Avrupa'daki 40 ülke arasında bu ideallere gönül veren 8'inci ülke olmuştur. Türkiye, 1959 yılında Avrupa Birliği'ne "Ortak Üyelik Müracaatı" yapmıştır. Aslında, Avrupa'da bulunan bu kadar çok ülke arasında, bu kıtanın sınırlarında yaşayan, geliri ve eğitimi düşük, fakir bir toplum olarak Türkiye'nin bu ideallere gönül vermesi ve üyelik başvurusu yapması "çağdaş bir Türk mucizesi"dir. Ne var ki, peşpeşe yapılan siyasi hatalar ve tereddütler, Türkiye'yi halen üye olan 15'lerin ve adaylık süreçlerini izleyen 12'lerin içine sokamamış, böylece Türkiye 8'incilikten 28'inciliğe düşmüştür. Sonuçta, tam üyelik başvurusu yapılmamış 1986 dönemeci serbest dolaşımsız, başvuru yapılıp kabul edilmemiş 1996 dönemeci ise, tam üye olmadan "Gümrük Birliği" ile geçilmiştir. Uzun yıllar AB, "mallara evet, insanlara hayır" yaklaşımında ısrar etmiş, "bütünleşme yerine dışlamama" ve mümkün olduğu kadar uzun süre "yanında tutma" politikası uygulamıştır. Yüzyılın sonunda Helsinki'de kabul edilen "aday üyelik" aşamasına rağmen, AB bütünleşmesinde AB'deki değişik ülkelerden ve partilerden, Türkiye içinde ise farklı çevrelerden gelen tereddütler mevcuttur. Ne var ki, aday ülkeler arasında AB tam üyeliğine en fazla arzu gösteren ülkenin de, Türk toplumu olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye, aday üye olma şansına, bir ölçüde 2001 yılının Aralık ayında yapılan Leaken Zirvesi'nde yaklaşabilmiştir. Gerçekten, Zirve'nin "Sonuç Bildirgesi"nde, Türkiye'nin "katılım müzakerelerine başlama perspektifini yakınlaştırdığı" ifade edilmiştir. En sorunsuz geçen bu Zirve'de, üyelik müzakerelerinin 2002 sonuna kadar başlaması konusunda ümitler güçlenmiştir. "Ankara'nın 2002'de, Kopenhag ölçütlerine uygunluk açısından tam bir siyasi seferberlik başlatması, parlamentoyu ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirerek demokratikleşmeyi ve tam üyelik müzakerelerinin gerçekleşmesi için gerekli koşulları hazırlaması gereklidir." "Bu toprakların insanı, kendini Avrupalı görmek istemektedir. "Avrupa hülyası", Türk insanının iç dünyasında hiç eksik olmamıştır." "Çünkü, Türk insanı için, "Avrupa" demek "iş ve aş" demektir, çoluğunun çocuğunun geleceğini güvenceye almak demektir, "daha iyi yaşamak" demektir, demokrasinin ve insan haklarının nimetlerinden daha çok yararlanmak demektir. Esas itibariyle, "Avrupa Projesi", aynı zamanda Atatürk'ün koyduğu "çağdaş uygarlık hedefi" demektir. Enflasyonu yenmek, ekonomide yapısal değişim, demokrasi ve hukuk devleti yolundaki adımlar da bu projenin içindedir." "RÜYALARIMIZDAKİ GELECEĞE ULAŞMA ŞANSI..." Özellikle "11 Eylül"den sonraki gelişmeler, dünya siyasetinde, AB ilişkilerinde Türkiye'ye yeni ivmeler kazandırmış gözükmektedir. 11 Eylül sonrası canlanan ABD ve Türkiye arasındaki "stratejik işbirliği" sadece AB ilişkilerini değil, IMF kredilerini, Kıbrıs'ın adadaki iki toplumu kapsayacak şekilde AB'ye girmesini de belirleyen en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Böylece, "dünya yeniden parsellenirken, Türkiye de hedef büyüterek Avrupa'da yerini almaya başlamaktadır." Türkiye, dünyanın en gelişmiş 7 ülkesi ile gelişmekte olan 11 ülkesinin ve AB, IMF ve Dünya Bankası temsilcilerinin oluşturduğu "G - 20 Zirvesi"ne davet edilerek, Berlin'deki zirveye katılmıştır. Bu durum, Türkiye'nin vizyonu bakımından dikkat çekici bir gelişmedir. Diğer bir gelişme, IMF ile yapılan anlaşma çerçevesinde "Yeni Yılda Yeni Devlet" sloganı ile, 2002 için öngörülen reformlardır. Bunlar arasında, "daha az bakan, ekonomiye tek patron, bürokrasiye tırpan, kamu istihdamında daralma, işe göre adam istihdamı" öngörülmektedir. Türkiye'ye yönelik iyimser görüşler artmaya başlamıştır. The Economist Dergisi'nde çıkan bir yazıda, Türkiye'den "ümit ışıkları" diye bahsedilmektedir. Yazı, "bir yıldan beri bunalan Türkler, şimdi umut ışıklarının ilk belirtilerini görmeye başladı" denilmektedir. Başkan Clinton, 1999 yılında Türkiye'de yaptığı bir konuşmada, "önümüzdeki yüzyılın, büyük ölçüde Türkiye'nin geleceğini ve bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğine inanıyorum" demiştir. Başkan konuşmasına devamla, "eğer Türkiye, istikrarlı, demokratik, laik bir İslam ülkesi olarak, Avrupa'nın tam bir parçası olabilirse, gelecek daha iyi şekillenecektir." "Böylelikle önümüzdeki bin yılda, dünyanın bu bölgesinde rüyalarımızdaki geleceğe ulaşma şansını yakalayabileceğiz" diye eklemiştir. Başkan Clinton'un bu sözlerini, Türkiye'nin hoşuna gitmek için söylemediği, bu ifadelerin bir araştırma ve değerlendirmeye bağlı olarak ortaya çıktığı ifade edilmiştir. Başkan'ın özellikle Türkiye'yi dünyada gelişme halindeki ülkelere "model" olma potansiyeli açısından değerlendirdiği anlaşılmaktadır. İslam devletleri yanında, Türk Cumhuriyetleri de bu ülkeler arasında olabilir. "Batı demokrasisini tam anlamıyla özümseyen, iç barışı sağlayan ve ekonomik sorunların üstesinden gelecek bir Türkiye, tüm bu ülkelere, sorunları için çözümler sunan, örnek alınacak bir model olma vasfını kazanacaktır. Bunu yapabilecek yegâne İslam ülkesi de Türkiye'dir." KÜÇÜLEN ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ Bütün modernleşme ve kalkınma gayretlerine rağmen, günümüzde Türkiye'nin adeta "iki çağı birarada yaşadığı" gözlenmektedir. Geleneksel tarımsal yapılarla, hatta şehirlerin varoşlarındaki marjinal sefalet mahalleleriyle, kentsel modern sektör çalışanları arasında bazen hayal edilemeyecek farklılıklar gözlenmektedir. "Türk Endüstri İlişkileri Sistemi", çağdaş endüstri ilişkileri sistemleri içinde hiçbir özellik arzetmeyen karakteri ile "eklektik" bir model niteliği taşımaktadır. Sistem, esas itibariyle işsizlik ve enflasyonu yüksek, gelişmesi nispeten zayıf, sık sık ekonomik krizler yaşayan, siyasi çalkantıların yoğun, devletçiliğin yaygın olduğu bir ekonomik yapı içinde gelişmiştir. Aslında sistem, 150 yıllık tarihi boyunca, "Polis Nizamı"ndan günümüzdeki çağdaş toplu pazarlıklara, cılız işyeri eylemlerinden örgütlü işçi hareketlerine, çağ dışı yasal yapılardan düzenli iş yasalarına doğru hızlı bir gelişme yaşamıştır. Cumhuriyet dönemini kavrayan yaklaşık 80 yılın ilk bölümünde 1936 ve 1946 dönemeçleriyle, bireyselden toplu iş hukukuna geçiş gayretleri ortaya çıkmış, son 40 yılda ise UÇÖ, AB vb. kaynaklı uluslararası yasal düzenlemelerin de üst üste binen etkisiyle, işçi haklarında günümüzün gelişmiş normlarına ulaşılmıştır. Yaşadığımız sistemin genelde yabancılaşmaya dayanan, belirli nedenlerden dolayı özellikle ücret konusuna odaklanmış, grev eğilimi yüksek, kamudaki örgütlenmesi hala yoğun olan bir yapısal nitelik taşıdığını görüyoruz. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan ekonomik krizler ve özelleştirme çabaları, bu karakteristikleri önemli bir ölçüde değiştirmiştir. Fakat, günümüze kadar yaşanan gelişmeler sonucunda, AB tam üyeliği öncesinde sistemin dikkati çeken çarpıcı bir eksikliğini bulmak da gerçekten zordur. Günümüzde, "kayıt - dışı ekonomi"nin ve "enformel istihdam"ın hızla büyümesi ve buna bağlı olarak "endüstri ilişkilerinden kaçış"la kendilerini ortaya koyan "haksız ve kirli rekabetin" genişlemesi, hızla artan işsizlik, Türk Endüstri İlişkileri Sistemi'nin gelişmesini sınırlayan önemli faktörler olmuştur. III. ARAYIŞLAR - STRATEJİLER - ÖNERİLER TÜRKİYE'DE VİZYON OLUŞTURMA ARAYIŞLARI DPT, Cumhuriyet'in 100. yılı olan 2023'e kadar uzanacak uzun vadeli gelişme stratejisinde, Türkiye'nin gerekli yapısal dönüşümleri gerçekleştirerek, dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yerini alacağını tahmin etmektedir. 2001 - 23 döneminde, yıllık % 7 büyüme hızı ile Türkiye'nin AB ortalamalarını yakalaması öngörülmekte, GSMH'sinin 1,9 trilyona çıkacağı hesaplanmaktadır. Bu hedefe varmak için, vergi sisteminin basitleştirilmesi, bütçe içi fonların kaldırılması, toplam yatırımlar içinde kamunun payının düşürülmesi, ulusal yenilikçi buluş sisteminin güçlendirilmesi, KOBİ'lerin yaygınlaştırılması, eşit işe eşit ücret ilkesi, zorunlu temel eğitiminin 12 yıla çıkarılması öngörülmektedir. "8. Beş Yıllık Kalkınma Planı stratejisinde de, Türkiye'nin 2023 yılında 83,6 milyon nüfusu, 1,9 trilyon dolarlık ulusal geliri ile dünyada ilk 10 ülke arasında yer alacağı hesaplanmıştır. Türkiye'nin, bu süreçte kişi başına gelirinin 10.862 dolarlara çıkarak İtalya ve İspanya'yı geçeceği" öngörülmektedir. Bu çalışmada, Türkiye'nin 2010'larda "bölgesel bir güç", 2020'lerde de "küresel bir güç" olması düşünülmektedir. Böyle bir süreçte, kuşkusuz ekonomik yaşamda "devletin kürekçi değil, dümenin başında olması" gerekecektir. Dikkati çekici bir başka girişim, Ocak 2002'de kamuoyuna tanıtımı yapılan ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından örgütlenen "Stratejik Araştırmalar ve Etüd Merkezi - SAREM"in kurulmasıdır. Eski askerler, diplomatlar, tarihçiler, istihbaratçılar, ileri teknoloji uzmanları, stratejistler ve psikologlardan oluşan bu merkez, stratejik konuları araştıracak ve öneriler üretecektir. Bu girişimi Türkiye'nin çağdaş gereksinimlerine uygun, önemli bir thing-thank olarak değerlendirmek gerekir. Bu arada "Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı" (TESEV) ile "Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi" (SAEMK) de diğer thing-thank kuruluşları olarak sayılabilir. Yeni Çağ'a doğru, toplumun farklı kesimlerinde de ilginç çalışmaların yapıldığını görüyoruz. Bunlar arasında, Aralık 1999'daki "ANAP'ın Değişim Programı"nı, yine ANAP'ın "İş, Aş, Huzur İçin Türkiye Sözleşmesi"ni sayabiliriz. MHP'li bakanlardan O. Vural, "Türkiye için tek yürek" kampanyası başlatarak kendi bürokratları ile birlikte; hakkaniyet, şeffaflık ve kaliteli hizmeti amaçlayan bir "kararlılık beyanı" imzalamış ve böylece "dürüst hizmet yemini" etmiştir. Saadet Partisi Genel Başkanı R. Kutan da, "Cumhuriyetin 100. yılı için gerçekleştirmek istedikleri projeler çerçevesinde, "elektronik devlet"in oluşturduğu bir Türkiye'de kişi başına milli gelirin 20 bin dolar olmasını öngörmektedir." Kamu yönetimi sisteminde "bütünsel kalite sistemi"nin gerçekleştirilmesi, bakanlık sayısının en fazla 15 olduğu elektronik devletin oluşturulması, ihracatın 600 milyar dolara çıkartılması, % 3 enflasyon, % 1 işsizlik oranı, AB ile bütünleşmiş bir Türkiye, yoksulluğun kalktığı bir Türkiye modelinden sözedilmektedir. CHP'nin 2001 yılı boyunca hafta sonları Heybeliada'da Halki Palas Oteli'nde düzenlediği toplantıları, Türkiye'deki yabancı gazeteciler, öğretim üyeleri, işadamları ve yöneticilerle yapılan Pera Palas Oteli'ndeki "Dışarıdan Bakış" çalışmalarını sayabiliriz. Bu toplantılar, CHP'ye yeni bir vizyon kazandırmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, Parti 160 kişilik bir "Düşünce Platformu" oluşturmuştur. Parti Başkanı D. Baykal, "İspanya'da F. Gonzales de iktidara böyle bir hazırlık ve kadroyla gelmişti. 8 yıl kaldılar, İspanya lig değiştirdi, biz de bunu uyguluyoruz" demiştir. Türkiye'nin geleceğini aradığı bir başka girişim, "İstanbul Politikaları Merkezi"dir. Sabancı Üniversitesi çerçevesinde kurulu bu Merkez, "küresel boyutta politika seçenekleri oluşturmaya çalışmaktadır." Tanıtım yazısında, "küreselleşme ve bilgi toplumu tarihi aşamasına giren dünyanın genel yapısı, Türkiye'nin gerek iç ve gerekse dış politika, ekonomik ve sosyal sorunlarına sürekli görüş ve uygulama seçeneklerinin üretilmesini zorunlu kılmaktadır," denilmektedir. "İkinci Teknoloji Kongresi" vesilesiyle TÜBİTAK - TTGV ve TÜSİAD Haziran 1999 tarihinde bir deklarasyon yayınlayarak, "Cumhuriyet'in 100. yılının kutlanacağı 2023 yılına kadar, ülkenin gelişmiş dünyada yerini almasının" gereğini vurgulamışlardır. TİSK, "Küresel Eğilimler ve Türk Çalışma Hayatı" araştırması yapmış, Mayıs 1999'da "Danışma Konseyi Sonuç Bildirgesi" ve 2000 yılına girerken "XXI. Yüzyılda Önce Türkiye" deklarasyonu yayınlamıştır. Bu bildiride, gelir, istihdam ve bilgi üreten bir sosyo - ekonomik yapıya ulaşmak için teşebbüs gücünü eksen alan yaklaşımla sorunları çözmek ve şu 5 temel değişim faktörü'nü uygulamak gerekir" denmektedir. Bunlar; çağdaş eğitim sistemi, kaliteli kamu hizmeti ve "minimum bürokrasi", üretim ve istihdam üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, çalışma hayatının esnekliğe kavuşturulması, istihdam odaklı politikaların gerçerleştirilmesi'dir. MESS İşveren Sendikası da aynı noktadan hareketle, Mayıs 1999'da "Karanlığa Haykırış Manifestosu" yayınlamıştır. Bu manifestoda, "gelin hep birlikte geçmişin sorumluluğunu değil, geleceğin rotasını belirleyelim, topluma taze bir başlangıç olanağı verelim" denmektedir. "Ülkemiz için yapılması gerekenleri konuşmanın, ortaya koymanın zamanı gelmedi mi? Dünyanın değişen geleceğinden etkilenmemesi mümkün olmayan ülkemizin beklentilerini ne zaman ortaya koyacağız? Nasıl üstesinden geleceğiz? Bunun gerçek yanıtı, çağı yakalamak ve bu yönde vizyon oluşturmaktır" ifadesi kullanılmaktadır. Mercek Dergisi 2002 "Yılbaşı Sayısı" ile, "bireylerin ve kuruluşların ortak katılımı sağlanarak, güçlü ekonomi, rekabet edebilirlik, yatırım, eğitim, istihdam, kalite, verimlilik, adil gelir dağılımı, teknoloji, ahlâki değerler, çalışma yaşamı, özelleştirme, reel sektör, uzlaşma ve AB üyeliği gibi birçok konuda Türkiye'nin vizyonunu oluşturmayı" amaçlamıştır. Başkan T. Kudatgobilik ve Genel Sekreter İ. Sipahi'nin ifadelerine göre, temel hedef, bilimadamı, siyasetçi, sanayici, sendikacı ve uzmanların katılımıyla toplumun ufkunu açmak ve Türkiye'nin çağ dönüşümüne katkı sağlamaktır. Eczacıbaşı Holding, her yeni yıla girerken, Aralık ayında tam bir gün süreyle "Yaratıcılık ve Yenilikçilik Günü" düzenlemekte ve çalışanların deneyimlerini ve başarılarını paylaşmalarına olanak sağlamaktadır. Bazı günlük gazeteler ise, "çağı yakalamak" sloganı ile okullara büyük kolaylıklarla bilgisayar pazarlamaktadır. Bilindiği gibi Clinton, başkanlığı döneminde her okula bir bilgisayar verilmesini programına almış, Cumhurbaşkanı Özal da en büyük hayalinin "her okula bir bilgisayar" sağlamak olduğunu belirtmiştir. Prof. Dr. Orhan Güvenen'in "Türkiye'nin Orta ve Uzun Dönemli Stratejik Hedefleri" çalışmasını, bu arada bir başka örnek olarak belirtebiliriz. Güvenen, 2023'ün, yani Cumhuriyet'in 100. Yıldönümü'nün Türkiye Projesi'ni hazırladığı bu eserde, yaptığı projeksiyon ve sıraladığı rakamlarla, Türkiye'nin dünyanın en etkin 15 ülkesinden biri olacağını ileri sürmüştür. Ayrıca, ABD Başkanı Clinton'un TBMM'de sunduğu Türklerle ilgili "Tarih Tezi"ni, 10 yıl önce sayın Özal'ın "XXI. Yüzyıl Türklerin Asrı Olacak" sözünü, eski Cumhurbaşkanımız Demirel'in "Adriyatikten Çin Seddine Türklerin Dünyası" deyişini hatırlıyoruz. SİYASETTE "UFKU OLAN", "ÇAĞ AÇAN" LİDER ARAYIŞI Türkiye'de iş yaşamında değişimin sırlarına ulaşmış çok sayıda lider saymak mümkündür. Özellikle bu liderler kurumsal yapılarda gerçekleştirdikleri atılımlarla ulusal ve uluslararası "kalite ödülleri"ni ülkemize ve kurumlarına kazandırmışlardır. "Değişimin Liderleri" kitabında, bu liderlerden bir kısmı "kuruluşlarında değişime direnç gösteren insanları nasıl kazandıklarını, nasıl paylaşılan vizyon geliştirdiklerini, inanmış ekipleri nasıl yarattıklarını, insanların güvenini nasıl sağladıklarını" anlatmaktadırlar. Ancak, gerçek şudur ki, iş yaşamında gelişen liderlik, kalite ve vizyon tartışması, yeterli ağırlıkla siyasi yaşama yansımamıştır. Aslında çağımızda liderlerin en önemli vasıflarının "kalite ve vizyon" olduğuna hiç kuşku yoktur. Bazı yazarlara göre, Türkiye'nin esas sorunu, "yeni bir parti, yeni bir kadro, yeni insanlar, yeni yüzler, yeni projeler"dir. Bir başka yazara göre ise, günümüzdeki çatışmanın "klasik anlamda yenilikçi olanlarla", "oyunun kurallarını değiştirecek kadar yenilikçi olanlar" arasında olduğuna işaret edilmekte, "büyük fikirleri olmayanların daima kaybedecekleri" ifade edilmektedir. Bu görüşlere göre, "kaliteyi ilgi odağına koymuş girişimciler, sayıları hudutlu özel sektör kurumlarıyla sınırlı kalmamalıdır. Örneğin, Ankara'nın, kamunun ve devlet dairelerinin kaliteye odaklandığını düşünün. Amaç, ödül olmasa bile, kalite yoluna girmiş insanların yaratacağı değişim hayal edilemeyecek kadar büyüktür" olacaktır. Bir yazarın da belirttiği gibi, "bu değişim sürecinde Türkiye, "ufku olan lider"i aramaktadır." "Şu anda biri çıkıp, Türkiye'nin kaçırdığı fırsatları ve sahip olduğu olanakları ortaya koysa, günlük çekişmelerin ötesine geçip, inandırıcı bir XXI. Yüzyıl Türkiye tablosu çizebilse, bambaşka bir etki yaratabilir." "Nasıl aşılacağını bilmedikleri bir çıkmazın içinde bocalayan insanlar, Türkiye'nin aklını başına toplaması halinde bambaşka bir ülke olabileceğini görerek, gelecek için bir vizyon ortaya koyabilecek olan liderin peşine düşebilirler." "Toplumlardaki hareketsizliğin temelinde, siyaset alanındaki değişim eksikliği yatmaktadır. Siyasi bir değişim programı sunulmadığı için, halk mevcut siyasi seçenekler arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır." Bir yazar, "Türkiye'de "yarı başkanlık sistemi" olmadan siyasi yapının düzeltilemeyeceğini" ileri sürerken, milletvekillerinin çalışma dokümanlarıyla vizyonlarını, görüş ve önerilerini kamuoyuna sunması gerektiğini, basın, aydınlar, akademisyenler ve vatandaşların devlet ve siyaset reformu önerilerini tartışması gerektiğine işaret etmiştir. Politikacılar toplumda "dayanışma ruhu" yaratamamakta ve bu duyguyu güçlendirememektedirler. 1993 döneminde Türkiye siyasette genç politikacıları da deneme olanağına kavuşmuştur. DYP lideri T.Çiller'in yükselişinde, yapılan araştırmalar, % 44 oranında "değişim ve yenilik" fikrinin etkin olduğunu ortaya koymuştur. Aynı dönemde, SHP ve ANAP'ın başında da iki genç politikacı vardır. Bu gelişme, Türkiye'de ve Batı'da iyimserlik rüzgarlarına yol açmıştır. Ne var ki, böyle bir gençleşme beraberinde değişimi getirmemiş, siyasetin kısır topraklarında son dönemlerde "çağ açan lider" ortaya çıkamamıştır. Bütün bunlara rağmen ümit veren ve öne çıkan bazı noktaları şöyle özetleyebiliriz: • TBMM'nin siyasi tarihimizde nadir görülen bir hızla ve büyük bir etkinlikle çalışarak yapısal değişim yasalarını kısa sürede çıkarması, • Bazı Batılıların "bilge kişi" olarak bahsettikleri B. Ecevit'in başbakan olması, • D. Bahçeli'nin dürüst, güvenilir kişiliği, • Koalisyon ortaklarından M. Yılmaz'ın AB ilişkilerinde yeniliklere açık, uyumlu ve etkin yaklaşımı, • 52 ülke arasında yılın ekonomi bakanı seçilen K. Derviş'in 2001'de yaşanan krizi teşhis etmedeki başarısı. Kuşkusuz liderlerin bu niteliklerinin 2001 bunalım yılında ve Türkiye'nin yeni açılımlarının başında, ülkemiz için bir talih olarak değerlendirilmesi gerekir. "ULUSAL ATILIM" İÇİN 4 ÖNERİ Esas itibariyle 4 girişimin yapılması düşünülebilir: • İlk önce; temelde yeni çağın toplumsal hedeflerini gösteren ve toplumu belirli amaçlara yönelten bir "3. Bin Yıl Deklarasyonu" yayınlanabilir. Temel amacı, toplumun önüne kaliteli, çağdaş ve geçerli olan yeni bir vizyon koymaktır. Bu deklarasyon çerçevesinde Türkiye, dünya liderlerinin katılacağı "3. Bin Yıl Barış - Özgürlük - Büyüme - Paylaşım Evrensel Konferansı" toplayarak, semavi dinlerin, kültürlerin ve kıtaların kavuşma noktası olan "Dünya Başkenti İstanbul"da, daha "çağdaş ve yaşanabilir" bir dünya için sürdürülen gayretlere yeni bir bütünlük ve ivme kazandırabilir. Sadece ulusuna değil, küresel bilgi çağına da, yükselen Türkiye'yi, adeta çağın sentezinin bir "uzlaşma, barış ve gelişme sembolü" olarak tanık gösterebilir. • İkinci olarak; parlamentoya veya cumhurbaşkanına bağlı olarak bir "Türkiye'nin Dönüşümü ve Vizyonu Konseyi" kurulabilir. Bu Konsey'in amacı ise, çağın değerleri olan eğitim, kalite, hızlı büyüme, sosyal standartların yükseltilmesi ve siyasi yapıların çağdaşlaştırılması hedefleri doğrultusunda, Türkiye'nin stratejilerini ve geleceğe yönelik değişik boyutlu politikalarını oluşturmaktır. Aslında, birçok ülkede politik ve idari güçlere bağlı olarak bu tip organlar faaliyet göstermektedir. • Üçüncü olarak; "Çağı Yakalama Vizyonu"ndan söz etmeliyiz. Bir ülkede, yurttaşların ortak olarak paylaştığı ve inandığı bir vizyonun olmadığı hallerde, o ülkenin başarılı olamayacağı açıktır. Önemli gelişmelerin, uygarlıkların, felsefi, bilimsel, teknolojik ve sosyal dönüşümlerin genelinde bir insan kafasında ve gönlünde tohumlanmaya başlayan bir görüş, bir vizyon yatmaktadır. Vizyonla ilgili atılım önerileri arasında, eğitimde atılım fırsatı, toplumsal uzlaşma fırsatı, KOBİ'lerle atılım fırsatı, yabancı sermaye fırsatı, enerji köprüsü fırsatı vb. girişimler sıralanmaktadır. Bir yazara göre, "yepyeni bir Türkiye için ne yapmak gerek? Bir değişim, bir silkinme, anlık tutumlardan, eskimiş alışkanlıklardan, böyle gelmiş böyle gider kafasından uzaklaşmak gerek." "Toplumun her kesiminde yeni istekler, özlemler vardır. Arayışlar, uyanışlar, çağdaş olmak, uygar olmak, gerçek anlamda demokrasiyi kurmak, laiklikten, demokrasiden ödün vermeden "XXI. Yüzyıl'a yakışmak gerekir." Kuşkusuz bu vizyon uygulamada D. Baykal'ın deyimiyle "ulusal seferberliğe" dönüşmelidir. • Dördüncü olarak; bütün bu amaçlar doğrultusunda koordinasyonu sağlayacak bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi, bir "Bilgi Toplumu Bakanlığı"nın kurulması gereklidir. 2000 yılı ortalarında, "bilgiye erişim hakkı"nın bir insan hakkı olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtilerek, Ankara'da yeni bir bakanlığın kuruluş hazırlıkları yapılmıştı. Parlamento üyesi Prof. Dr. Ziya Aktaş'ın öncülüğünü yaptığı bu proje, bakanlık sayısının azaltılması tartışmalarının arasında kaybolup gitmiştir. Böylece, "3. Bin Yıl Deklarasyonu" ve "3. Bin Yıl Konferansı", "Türkiye'nin Dönüşümü ve Vizyonu Konseyi", "Çağı Yakalama Vizyonu" ve "Bilgi Toplumu Bakanlığı" üst üste bir bütün halinde bir "Ulusal Atılım Programı"na dönüşebilir. "ÜÇ ALTIN