Gürol Pehlivan, Dede Korkut Kitabı’nda Yapı, İdeoloji Ve Yaratım: Dresden Ve Vatikan Nüshalarının Mukayeseli Bir İncelemesi. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2015.
Öz
Dede Korkut, Dedem Korkut ya da Korkut Ata… Bu mitik ozan / bahşı / şaman / velinin Türk kültür
tarihinde çok özel bir yeri var. Muharrem Ergin’in Dede Korkut Kitabı,
Orhan Şaik Gökyay’ın Dede Korkut Hikâyeleri, Semih Tezcan ve Hendrik
Boeschoten’in Dede Korkut Oğuznameleri adıyla yayımladığı epik halk
anlatılarında Oğuzun “temam bilicisi” olarak kutsanan, boy boylayan, soy
soylayan Korkut Ata’nın, 1916 yılında Kilisli Rifat Bey’in, H. F. Von Diez’in
Dresden yazmasından kopyaladığı Berlin nüshasını yayımlaması ile başlayan Türkiye
macerası ise hâlâ devam ediyor. Bilimsel saiklerin ötesinde ilk yayımlandığı
yıllardan itibaren sağaltıcı / onarıcı bir millî köken anlatısı olarak
önemsenen Dede Korkut anlatılarının, son yirmi yıldır başarısız televizyon
dizileri ve animasyonlar aracılığı ile popüler kültüre de mal edilmeye
çalışıldığına tanık olduk. Hoş bu açığı Sezai Karakoç’un Hristiyan
eskatolojisinden mülhem siyasal “diriliş / resurrection” sloganını epik bir
tarih fantazmogoryası ile birleştiren “Ertuğrul” kapatmış gibi. Lâkin Amerika
kaynaklı süper kahraman fantezilerinin yerini alabilecek Oğuz yiğitlerinin,
Batılı zehirden mustarip Türk gençliğine şifa vereceğini hayal ederken; kan
döküp, baş kesmeyince isim alamayan bu ortaçağ cengaverlerinin günümüz değerler
eğitimi bağlamında ne ifade ettiğini pek de düşünmedik elbet. Nitekim TOBB’un
yaptırdığı ve son Dede Korkut yayını olarak göz dolduran Ha’nım Hey’in Mart
2015’deki lansman toplantısında konuşan başkan Rifat Hisarcıklıoğlu, Dede
Korkut anlatılarının “çocuk hikâyesi” olarak düşünülmesine itiraz etmiş ve
“Dede Korkut’a bu şekilde bakmak, zihnimizi ve fikrimizi küçük bir alana
sıkıştırıp bırakır. Bilakis, Dede Korkut, büyükler için, hatta yöneticiler
için, millet ve ülkesi için mücadele etmeyi hayat tarzı olarak benimseyenler
için, son derece faydalı ve değerli bir başvuru kitabıdır” demişti. Hisarcıklıoğlu’unun konuşması boyunca Dede Korkut
Oğuznameleri’ni geç ve ne yazık ki ecnebilerce bulunmuş bir “başvuru
kitabı” olarak tanımlamasının sebebini yukarıda yayınlarını belirttiğim değerli
Türkologların çalıştığı filolojik paradigma içinde aramak gerekir diye
düşünüyorum. Türkçenin etimolojik problemleri etrafında ve kadim ve Türk olan
öz kültüre dair kayıp bir metnin gölgesinde değerlendirilen bu kültür
hazinesinin biri Dresden, diğeri ise Vatikan’da olan nüshaları da aynı
paradigma uyarınca “orjinal”, “doğru”, “yanlış”, “eksik” gibi nitelemelerle
açıklanmıştılar. Pertev
Naili Boratav ve İlhan Başgöz gibi
duayenler ile başlayan ve Seyfi Karabaş, Öcal Oğuz, Metin Ekici, Özkul
Çobanoğlu gibi değerli halk bilimcilerin çalışmaları ile güçlenen folkloristik
paradigma ise Dede Korkut anlatılarını sonuçsuz bir “öz” arayışından sıyırıp,
yüzer gezer sözlü kültür dünyası içinde ve daha tarihselci bir yaklaşımla ele
almamızı sağladı. Filoloji, Dede Korkut anlatılarının sözlü kültür
başlangıçlarını (“köken” demeyi tercih etseler de) kabaca es geçmedi elbet
ancak yöntem farklılığı ve alanın yüksek kültür arayışı ile motive olan
disipliner köktenciliği anlatıların “aslında” birer “anlatma” olduğu ile de
yeterince ilgilenmedi. Bu yazıya vesile olan Gürol Pehlivan’ın Dede Korkut
Kitabı’ında Yapı, İdeoloji ve Yaratım: Dresden ve Vatikan Nüshalarının
Mukayeseli Bir İncelemesi, işte bu bağlamda ortaya konmuş değerli ve yeni
bir başvuru kitabı. Hatta Pehlivan’ın çalışması için, Orhan Şaik Gökyay’ın 1973
yılında yayımlanan Dedem Korkud’un Kitabı başlıklı hacimli
incelemesinin, çağdaş folklorist paradigma aracılığı ile onarılmasıdır da
diyebilirim. Bunu
yazarken iki gerekçem var. İlk olarak
yukarıda da belirttiğim gibi Pehlivan’ın bir halk bilimci olması ve
çalışmasının alameti farikası olarak nitelendirebileceğimiz “Dede Korkut
Kitabı’nın Yaratım-Aktarımı” başlıklı üçüncü bölümünde de ortaya koyduğu gibi
anlatıların sözlü kültür başlangıçlarını temel veri olarak dikkate almış olması
ve nüsha farklılıklarını bu bağlamda da değerlendirmesi. İkinci gerekçem ise
Pehlivan’ın çalışmasının adında da belirttiği gibi, her iki nüshanın da
dayandığı ve sözlü kültür anlatmasından yazıya geçirilmiş olan bir “kök
metin”in / “kitabın” varlığını kabul ediyor olması ki bu kabul tam da
Pehlivan’ın filolojik disipline yaklaştığı yer. Ancak Pehlivan, Türk
filolojisinin genelde fail olarak dikkate almadığı, alsa bile metnin
orjinalliği etrafındaki bir dizi problem bağlamında değerlendirdiği “müstensih
/ çekimci”nin, yaptığı “ideolojik tercihlerle metnin “kurgusunu” belirleyen bir
nevi son ütücü olduğu görüşünde: “[B]ana göre, her iki nüshanın dayandığı ortak
bir yazılı metin vardı. Bu metin sözlü anlatımın yazıya geçirilmiş hâliydi.
Bugün elimizde bulunan nüshalar, bu ilk metnin müstensihler tarafından, bazı
müdahelelerle yapılmış istinsahlarıdır.” Dede
Korkut anlatıların hem niceliğinin /
buradalığının, hem de niteliğinin / içeriğinin müstensihlerin failliğince
açıklanması doğal olarak, nüshaların ve dolayısıyla müstensihlerin her aşamada
karşılaştırıldığı bir çalışmanın ortaya çıkmasını sağlamış. Üç bölümden oluşan
kitap, her başlığın altında, öncelikli olarak nüsha farklılıklarını açıklamaya
yönelik karşılaştırmalı tablolarla kotarılmış. Pehlivan’ın yönteminin
omurgasını oluşturan bu tablolar, titiz bir araştırmacının detay hassasiyetini
ortaya koysa da yer yer işlevsiz bir hacim oluşturup, okuma zorluğu da
yaratıyor. “Dede Korkut Kitabı’nda Yapı” başlıklı ilk bölümde
Pehlivan; Dresden ve Vatikan nüshalarını “Kurgu”, “Arasöz Kullanımı” ve “Epitet
Kullanımı” bağlamında karşılaştırırken, daha çok yapısalcı bir modeli takip
ediyor. Kurgu incelemesinin öne çıktığı bu bölümde Pehlivan, Adam, Greimas ve
Larivaille’den mülhem bir “beşli şema” uyarınca anlatıların olay örgülerini
analiz edip, nüshalar arasındaki farklılıkları bu bağlamda ortaya koyuyor.
“Dede Korkut Kitabı’nda İdeoloji” başlıklı ikinci bölümde ise Pehlivan,
etrafında devasa bir literatür oluşmuş “ideoloji” kavramına dair yetersiz ve
gereksiz bir tanım çabasından sonra, dilbilimci Teun Van Dijk’in “anlatılardaki
söylem ve ideoloji ilişkisi üzerinde ileri sürdüğü düşünceler”de karar kılıyor.
Bu bölümde önce “Bir Manifesto Olarak Mukaddime”yi ele alan Pehlivan daha sonra
sırasıyla “Dede Korkut Kitabı’nın İdeolojik Omurgası” ve “Mesaj Yapısı”nı
analiz ediyor. Bu bölüm her ne kadar ideoloji ve söylem analizi muhteva
ediyormuş gibi başlıklandırılsa da, Pehlivan’ın yöntemsel alışkanlıklarının
uyarınca birinci bölümün devamıymış gibi de değerlendirilebileceğini
düşünüyorum. Çalışmanın “Yaratım-Aktarım” başlıklı üçüncü bölümünde
ise Pehlivan, önce Dede Korkut anlatılarının sözlü gelenekten kaynaklanan
anlatma özelliklerini (nüsha farklılıklarını da dikkate alarak) ortaya
koyduktan sonra yaratıcı-aktarıcının kimliği, yaratı aktarım zamanı ve ortamı
konusunda yukarıda belirttiğim görüşlerini detaylandırıyor. Pehlivan,
filolojinin yazılı metni merkeze alan değerlendirme kıstaslarına itiraz ederek
Dede Korkut anlatılarının “sözlü yaratım sorunu”na bir çözüm getirmeye
çalışıyor. Hem Dresden hem de Vakitan nüshalarını sözlü kompozisyon teorisi
(the theory of oral composition) bağlamında değerlendiren Pehlivan’ın, tablolar
halinde karşılaştırmalı olarak gösterdiği sözlü formül (“güz alması gibi al
yanağın”, “kaza benzer kızı gelini”), formüle yakın ifade ve temalarla,
anlatıların anlatma vasfını net bir şekilde ortaya koymakta. Dede Korkut Kitabı etrafındaki bir diğer önemli tartışma
olan “yazıya geçiriliş” sürecine dair Pehlivan’ın teorisi ise, sözlü anlatım
ortamında ozan / anlatıcıdan derlenen destanların müsvedde olarak kaydedildiği;
hem Dresden hem de Vakitan nüshalarının farklı zamanlarda bu dip nüshadan
üretildiği yönünde ancak tam da burada bir başka sorun ortaya çıkıyor.
Destanların eski Anadolu Türkçesi ile söylenmiş ve dolayısıyla derlenmiş
olması, eldeki nüshaların kaynağı olan ilk derlemenin Anadolu’da (Akkoyunlu
bölgesinde) gerçekleştirildiğini gösteriyor. Ancak Dresden nüshasının
başlığındaki (“Kitab-ı Dedem Korkud alâ lisân-ı tâ’ife-i Oğuzân”), Oğuz
taifesinin diline dair konumlandırma ise açık bir oradalığa işaret etmekte. Bu
bağlamda Pehlivan, Dresden nüshasının “Anadolu’da derlenen bir dip nüshadan,
Memlûk sahasında kopyalandığını ve bu başlığın o bölgenin temayüllerine uygun
şekilde ve müstensih tarafından atıldığını” düşünüyor.
Vatikan ve Dresden nüshalarının aynı dip nüshadan
kopyalandığını iddia eden yazara göre bunun en büyük kanıtı hatalı ve eksik
yazımlardaki ortaklıklar. Tablolar halinde gösterdiği bu ortaklıkların yanında
Pehlivan’a göre, nüshalar arasındaki malum farklılıkların asıl sebebi de
müstensihlerin yaptıkları bir dizi tercih ile “metinlere” müdahil olması.
Pehlivan’ın karşılaştırmalı analizler yoluyla vardığı sonuç ise Dresden
müstensihin “dip nüshayı” olduğu gibi kopyalamaya çalıştığı ve bu yüzden
anlatıların sözlü karakterini daha iyi ortaya koyduğu, Vatikan müstensihinin
ise kopyaladığı metne eleştirel yaklaşıp bir dizi müdahalede bulunduğu yönünde.
Pehlivan’ın müstensihin modern okur ya da yazar kategorileri ile
açıklanamayacak bu ara konumuna işaret etmesi çok önemli. Bu bağlamda onun
bulgularından yola çıkarak, Vatikan müstensihinin eleştirelliğini, onun yazılı
kültür formasyonu ile de açıklayabiliriz ki burada da matbaa öncesi yazılı
kültür özelliklerini, matbaa sonrası genişleyen okur-yazarlık kategorileri ile
ayrıştırmak ve Vatikan müstensihinin orta çağ dünyası ile olan kökten bağını es
geçmemek gerekiyor. Pehlivan’ın kitabın sonuna eklediği “Dresden ve Vatikan
Nüshalarının Karşılaştırma Tablosu” ise alanda çalışan öğrenci ya da öğretim
üyesi herkes için müthiş bir kolaylık sunuyor; araştırmacıların bu değerli
çalışmayı takdir edeceği ve gerekli dikkati göstereceğini ümit ediyorum.
___
Pehlivan, G. (2015). Dede Korkut Kitabı’nda yapı, ideoloji ve yaratım: Dresden ve Vatikan nüshalarının mukayeseli bir incelemesi. İstanbul: Ötüken.